Kayıp Özgürlük!


Orta Çağ’da özgürlük kavramı, günümüzdeki bireysel haklar ve evrensel değerler temelindeki anlayıştan oldukça farklıydı. O dönemde özgürlük, bireylerin doğuştan sahip oldukları haklarla değil; ait oldukları toplumsal statüyle, dini bağlılıklarıyla ve feodal düzene uyumlarıyla tanımlanıyordu. Feodal sistemde serfler toprağa bağlıydı, kendi yaşamları üzerinde söz hakkına sahip değillerdi. Sadece belirli bir sınıfa ait olan, yani hür köylüler ya da soylular gibi daha yüksek statüde bulunan kişiler sınırlı özgürlüklere sahipti. Aynı şekilde, Orta Çağ’ın dini zihniyeti içerisinde özgürlük çoğu zaman dünyevi bir meseleden ziyade, ruhsal bir kurtuluş olarak kavranıyordu. Tanrı’ya boyun eğmek, günahlardan arınmak ve kilisenin gösterdiği doğru yolda yürümek, özgürlüğün temeli sayılıyordu. Bu anlayışta birey bırakın tek başına bir özne olmayı, toplumun ve Tanrı’nın düzenine uyması gereken edilgen bir varlıktan ibaretti.

Aydınlanma ile birlikte bu anlayış kökten bir dönüşüm geçirdi. 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa'da gelişen Aydınlanma düşüncesi, özgürlüğü birey merkezli ve evrensel bir kavram olarak yeniden tanımladı. Artık özgürlük, statüye değil, akla ve doğuştan gelen haklara dayandırılıyordu. Descartes “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözüyle, bireyin düşünme kapasitesini insan varoluşunun temeline yerleştirirken; John Locke, insanların doğuştan yaşam, özgürlük ve mülkiyet gibi haklara sahip olduğunu savundu. Jean-Jacques Rousseau ise siyasal düzlemde özgürlüğü tartışarak, toplum sözleşmesi çerçevesinde bireyin kolektif irade yoluyla kendi yasasını koyabileceğini öne sürdü. Immanuel Kant ise özgürlüğü, bireyin kendi aklını kullanabilme cesareti olarak tanımladı ve bu yeteneği insanın ahlaki özerkliğiyle ilişkilendirdi.

Aydınlanma düşüncesiyle birlikte özgürlük, artık Tanrı’ya ya da bir efendiye bağlı olmaktan değil, bireyin kendi aklına güvenmesinden geçiyordu. Bu dönüşüm tabi ki artçı olarak felsefi alanda, siyasal ve toplumsal yapılarda da derin etkiler yarattı. İnsan hakları beyanları, anayasal düzenlemeler, demokratik kurumlar ve bireysel hakların korunmasına yönelik hukuk sistemleri bu yeni özgürlük anlayışı temelinde inşa edildi. Orta Çağ’da özgürlük bir ayrıcalıkken, Aydınlanma ile birlikte her insanın doğuştan sahip olduğu evrensel bir hak olarak kabul edildi.

Ancak bu evrensel haklar anlayışının dünyanın her yerinde aynı şekilde uygulanması mümkün değil. Sonuçta bütün bu bahsi geçen tarihsel dönemler bile yalnızca bulundukları bölgede o tarihte gerçekleşmiş şeylerdi. Örneğin, İstanbul’un fethiyle biten orta çağdan tabi ki Asya’daki ülkeler yararlanabilmiş değildi. Bununla birlikte, ülkemde, Aydınlanma’nın inşa ettiği modern özgürlük anlayışı ile gerçek yaşam arasındaki uçurum derinleşiyor. Anayasal olarak özgürlükler tanınmış olsa da, uygulamada bu haklar ciddi şekilde sınırlanabiliyor. İfade özgürlüğü, düşünce özgürlüğü ya da siyasal eleştiri hakkı, yasalarla korunduğu hâlde, pratiğe yansıdığında bireyler yazdıkları ya da söyledikleri yüzünden yargılanabiliyor, ceza alabiliyor ya da hapsedilebiliyor. Siyasetçilerin hukukun üstünde olduğu izlenimi gittikçe güçleniyor; siyasi iktidara yakın olanlar adaletten muaf tutulabiliyor. Suç işleyenler, “kimin yeğeni, kimin oğlu” olduklarına göre farklı muamele görebiliyor. Ceza sistemlerinde adalet değil, tanıdıklık ve çıkar ilişkileri belirleyici hâle gelebiliyor.

Bu siyasal yozlaşma toplumun kendisine de sirayet etmiş durumda. Ahlaki çürüme, sadece yönetici sınıfa ait bir sorun olmaktan çıkmış; halkın geniş kesimlerinde de “herkes çalıyor, ben neden çalmayayım?” düşüncesine dönüşüyor. Toplum bilinci, ortak iyiyi değil kişisel kazancı önceleyen bir yapıya dönüşüyor. Dayanışma yerine fırsatçılık, adalet yerine bağlantı aramak bir norm hâline gelmiş durumda. Böyle bir toplumsal zeminde özgürlükten söz etmek, yalnızca teorik bir uğraş olarak kalıyor. Çünkü özgürlük yalnızca hukuki normlarla değil, toplumsal ahlakla, kurumsal güvenle ve vicdani sorumlulukla birlikte anlam kazanabilir.

Aydınlanma’nın şekillendirdiği özgürlük ideali, bireyin aklına, onuruna ve evrensel haklarına dayalı bir yapı öngörürken, Türkiye’de bu idealle gerçeklik arasında ciddi bir kopukluk yaşanmaktadır. Siyasal yozlaşmanın yaygınlaştığı, toplumsal ahlakın zayıfladığı, hukuk sisteminin güven vermediği bir düzende, özgürlük bir anayasa maddesi olmaktan ziyade, hayal kırıklığına uğramış ve hayal kırıklığına uğratan bir kavram hâline gelmektedir. Bu nedenle özgürlüğü yeniden tanımlamak değil, onu yaşanabilir ve sahici kılmak için kurumsal temizlik, etik bilinç ve kamusal sorumluluk şarttır.

Aydınlanma’nın “aklını kullanma cesareti” çağrısı, bugün her zamankinden daha günceldir.

GazeteŞehir

Yorum Gönder

Daha yeni Daha eski